Daha önce, Stephen King’in “Esaretin Bedeli-The Shawshank Redemption” ve “Yeşil Yol-The Green Mile” adlı eserlerini temel alan yazar-yönetmen Frank Darabont, bu kez yazarın daha kısa ama daha dikenli korku öykülerinden birisini ele alarak sıradışı bir tercih yapmışa benziyor.
King’in daha yakın dönemde yazdıklarını Oscar heykelciklerine ve adaylıklarına dönüştürdükten sonra “Öldüren Sis-The Mist” gibi, King kataloğunda biraz daha kenarda köşede kalmış bir yapıtını neden sinemaya taşımak istemiş olabilir? Darabont bugüne kadar Stephen King öyküleriyle yüreklerimizi ısıtmış bir yönetmendir. Peki ama böyle olması ona, King’in ilk öykülerinden birisiyle karşımıza çıkarak kanımızı dondurma hakkını verir mi?
“Öldüren Sis-The Mist”i izlerken beyazperdeden ve sinema salonundan gelen çığlıklara kulak vermemeye çalışmak gibi ağır baskı altında kalmış olsak da, bu soruya çok kesin bir “Evet” diyoruz. Darabont “Öldüren Sis”le herşeyden önce “A sınıfı film” tadında ve kalitesinde bir filmin en iyi şekilde nasıl yapılabileceğini göstermiş. Bunu yaparken de canavar filmi hilelerini, modern özel efektlerle destekleyerek kullandığını görüyoruz.
Filmin öykü akışı Stephen King’in adeta klasikleşen öykü akışı. Sıradan insanlar olağanüstü koşullar altında bırakılır. Kimin öldüğüne, kimin ölmediğine bakılır. Kim kendi içsel gücünü bulmayı başardı, kim gizli saldırganlığını, çılgınlığını sergiledi gibi detaylar ortaya konulur.
Darabont büyük ihtimalle “Öldüren Sis-The Mist”in kitabını ilk yayınlandığı 1980 yılında okumuş ve o günden bu yana çekmeyi kafasına koymuş olmalı… Ancak buna rağmen çektiği ilk Stephen King uyarlaması “Esaretin Bedeli-Shawshank Redemption” oldu ve “Öldüren Sis-The Mist” projesi uzun yıllar boyunca gelişim aşamasında kaldı. Korku filmlerini çok seven bir eleştirmen olarak şahsen ben 27 yıl beklediğimize değmiş diyorum.
Küçük bir sahil kasabasında şiddetli bir fırtına patlaması üzerine sanatçı David Drayton (Thomas Jane), karısı Stephanie (Kelly Collins Lintz) ve oğlu Billy (Nathan Gamble) ile birlikte evinin bodrum katına sığınır.
Ertesi sabah elektriklerin kesik, çevredeki ağaçların devrilmiş olduğunu gören David, oğluyla birlikte kasabanın süpermarketine gider. Amacı hem yiyecek, hem de fırtınadan zarar gören evini onarmak için malzeme satın almaktır. Fırtına artık geçip-gitmiş gibidir. Geriye sadece kasabanın üzerine çöken tuhaf yoğunluktaki sis tabakası kalmıştır.
Ancak sisin içerisinden çıkıp markete doğru koşan bir adam belirince herşey değişmeye başlar. Kanlar içerisindeki korku dolu adam, “Sisin içinde birşeyler var! Kapıları kapatın!” diye haykırmaktadır. Yanındaki arkadaşını sisin içindeki birşeyin “çekip aldığını” iddia etmektedir. Markettekilere adamın söyledikleri çılgınca bir iddia gibi görünür. Evet çılgıncadır ama kesinlikle yanlış değildir.
Sonrasındaki gelişmeler klasik Stephen King çizgisindedir. Süpermarketin dışındaki yaratıklar korkutucudur ama içerideki insanların bir kısmı da öyledir. Portresini Andre Braugher’in çizdiği New York’lu bir avukat vardır. Yardım bulmak için dışarı çıkmaları gerektiğinde ısrar eder. Markete girmeye çalışan yaratığı durdurmaya çalışırken yaralanan David bile bu avukatı başka bir çözüme ikna etme konusunda çaresiz kalır.
Ayrıca herşeye burnunu sokmasıyla tanınan işgüzar yapılı Bayan Carmody (Marcia Gay Harden) adlı bir kadın vardır. Çılgınca Kutsal kitaplardan bölümler okumaya başlar. Bunlar dünyada herşeyin daha da kötüye gideceğine dair bölümlerdir. Modern insanın yaptığı “Ayda yürümek, atomu parçalamak, kök hücre çalışmaları ve kürtaj” gibi bilimsel atılımlar ve sıçramalar yüzünden Tanrı’nın dünyayı lanetlediğini, insanları gözden çıkardığını ve dünyanın sonunun gelmesini önlemek için radikal tedbirler alınması gerektiğini söylemeye başlar. David bu düşünceler karşısında donup kalır. Dışarıdan gelen baskıdan çok daha fazlası, içerideki insanlardan gelmektedir.
Stephen King’in öyküsünü sadece uyarlamakla yetinmeyen Darabont, geliştirmek için birçok yöntem keşfetmiş. Bunlar arasında 1980’de yayınlanan öyküde bulunmayan korkutucu final sahneleri de var. Ayrıca Darabont’un yönetim tarzı da kusursuz. Marketin içinde meydana gelen terör ortamını yansıtırken, elde taşınır kameraları kullanmayı tercih ederek ürkütücü yakın çekimlere yer verdiğini görüyoruz.
Aşırı derecede açıklama yapmanın korku filmlerini öldürdüğünü çok iyi bilen Darabont, “Neden?” sorusu üzerine odaklanmak yerine “Biraz sonra ne olacak? Sırada kim var?” gibi sorulara odaklanmayı tercih ederek en doğrusunu yapmış. Bunun sonucunda “Öldüren Sis-The Mist”teki gerilim düzeyi asla gevşemiyor.
Bu filmi yaparken Darabont’un etkilendiği yönetmenler olduğu ortada… İlk bakışta George A. Romero’nun çalışmalarına benzetebilirsiniz. Ayrıca Rod Serling’in “Twilight Zone”daki banliyö paranoyasından; John Carpenter’ın “The Thing” adlı filmindeki izleyici üzerinde baskı kuran geriliminden de etkilenimler var.
Bilindiği gibi, günümüz korku ve gerilim filmleri ortamında, sadist insanların işkence yaptığı “Testere” ve düşmanlığın kol gezdiği “Hostel” gibi filmler egemen durumda… Bu açıdan bakarsak, “Öldüren Sis-The Mist”in canavarlar üzerine kurgulanmış olmasıyla klasik gerilim filmlerinden olduğu söylenebilir.
İzleyici ve eleştirmenlerin çoğu, “The Mist”te daha derin anlamlar bulmaya çalışacaklardır. Sisin kasaba üzerine çöküşünün yarattığı kaosun 11 Eylül sabahını çağrıştırdığı; markete sığınma olayının Katrina kasırgası sırasındaki tahliyeleri çağrıştırdığı; Thomas Jane ile Marcia Gay Harden’in oynadığı karakterler arasındaki çatışmanın Amerikan toplumunda din üzerine yapılan geniş ölçekli tartışmaların küçük bir metaforu olduğu söylenebilir.
Yazar: James Rocch